2/16/2011

ÖZNUR BALIK'TAN ERMİŞ ÜZERİNE..


''Ve yanıtladı El Mustafa:
Ve yüreğinize gömdüğünüz sevgili için iyi bir şeyler dileyip öyle yatın: dudaklarınızda onu yücelten bir şarkı olsun.''
(Dikkat! Bu kitap ve yazar hakkında yazdıklarımın olumlu olması, Cibran'ın tüm görüşlerini salt haliyle bilincime sabitlediğim anlamına gelmemelidir.)
Çok okumadım. Yaşım henüz yirmi. Elime aldığım, kirpik değirdiğim kitap sayısı elbette azdır. Ayda ortalama üç kitap bitirmeye çalışan biri olarak seçkin kitaplar okumaya, popüler akımların zedeleyişlerine maruz kalmamış, tavsiye ürünleri okumaya özen gösterdim. Bir vazife üzere elime tutuşturulan bu kitap, ezberbozan bir üslub ve usulle bir solukta bitirmeme vesile oldu. (Tabi bunda kitabın sayfa sayısı da etkilidir)
Halil Cibran'ı ilk bu kitabıyla duydum. Öncesinde hakkında hiçbir bilgiye sahip değildim. Gözlemlediğim kadarıyla adaletin kapılar arkasında kilitli kalmasından duyduğu rahatsızlığı vurgulayan, özgürlüğün kalplerde çözülmesi gereken bir problem olduğuna inanan, doğanın sırlarıyla insanın sırlarının birbiriyle bağdaşımı arasındaki alakanın kudretine inanan ve bu yönüyle evrime inananan bir... Bir... Bir ne demeli? Yazar mı? Kimine göre âlim mi?  Kimine göre bir filozof mu sadece? Adını koyamadığım yazarın felsefesi, görüşü, din ve bilinç anlayışı... Tüm bunlar hakkında net hükümlerim olmaksızın okudum ''ermiş''i.


Cibran için ''Batılı Gözleri Doğuya Çevirten Sanatçı'' deniyor kitapta. Aklıma hemen Şeriati geldi. Şeriati'yle ortak noktaları erken ölmüş olmalarıdır sanırım bir de doğunun batıdaki çığlığı haline gelmiş olmaları... Çünkü genç yaşta ölümün kucağına düşen bu yazarlar âlimliği kılpayı kaçırıyor ve hatalarını düzeltemeden ölüyorlar. Düzeltilmeyen hatalar hüsn-ü zann eksikliği yaşayan insanlarca ''kâfir, sapkın'' hakaretlerine maruz bırakıyor onları. Kitaptan bahsetmeye geçmeden evvel bu konuda sahip olduğumuz yaralara kısaca değinmek istiyorum fırsat bulmuşken. Bir dilek ve bir niyet edasında söylediğim şu sözde enaniyet aranmamasını umut ederek diyorum ki; gelecekte yazar olmak arzumu hesaba katarak çok yerinde bir karar aldım kendi adıma. Bir yazarı, bir âlimi okurken; söyledikleriyle zihnim arasına bir süzgeç koymak kararı... Süzgeç diyorum, bir plaka değil. Delikleri olacak. Zihnime akıp gidenler dinim ve bilincimle bağdaşmıyorsa süzgeçin üzerinde kalacak ve saygıyla yerine bırakılacak. Geçenler ise kazandıklarım olup kafa kitaplığımdaki rafa yerleştirilecek. Bu kitap ve bu yazar da süzgeç yardımıyla okunmalı kanısıyla kitabı anlatmaya geçiyorum.

Cibran'ın ilginç bilgi ve fikir aşılama tekniği kitapta boy gösteriyor. Şöyle ki; kitapta, bir ''öğreten'' ve bir ''öğrenen'' tarafı var. ''Evlilik üzerine, çocuklar üzerine, yemek ve içmek üzerine, tapınmak üzerine, ölüm üzerine...'' şeklinde ilerleyen başlıklar altında başlığa uyumlu kişi profili çiziyor ve o kişi tarafından gelen bir soruya cevaben yazılmış metnini veriyor. Bu tekniğe olan hayranlığımın altını çizerek devam ediyorum. Misalen ''Çocuklar üzerine'' isimli başlığını ele alıyorum. ''Sonra yavrusunu göğsüne bastırmış bir kadın söz aldı ve bize çocuklardan söz et, dedi. Ve El Mustafa yanıtladı: Sizin diye bildiğiniz evlatlar gerçekte sizlerin değildirler. Onlar, kendini özleyen Hayat'ın oğulları ve kızlarıdırlar. Sizlerin yanındadırlar ama sizlerin malı değildirler.'' Tekniğinin yanısıra mantığı ve fikirleriyle de yer yer hayranlığımı kazanıyor. Evlatlar üzerinde kurulmuş baskıların (istediğim okulda okuturum, istediğim kişiyle evlendiriririm mantığının) dünyadaki mirasımızın fabrika ayarlarıyla oyunlarıyla oynadığımız anlamına gelir. Evlatlarımız üzerindeki hakkımız onlar ve biz arasında sadece bir muhabbet köprüsüdür, müebbet köprüsü değil. Psikolojisiyle oynayıp, bağımlılığını artırdığımız evlatlarımız, bizlerin tırnak izlerini yüzlerinde taşır ve öldüğümüzde titreyen bacaklarıyla zorlu, bol hendekli ve kaygan olan bu yolda ilerlemelerine çelme olarak kalır. Ehl-i Beyt gibi aileler dileriz Allah'tan. Öyle olamamaya da hoş bir kılıf uydurur; ''O Peygamberdi ve ailesi Peygamber ailesiydi.'' diyerek takviye yaparız sönmeye yüz tutan nefsimize. Ama evren boşluğuna bıraktığımız evlatlarımızın biz ölünce kara deliklere kapılıp gitmesi an meselesidir, unuturuz. Cibran'ın ''çocuklar'' konusuna bakışı bakış açımla birebir bağdaştığından olsa gerek; çok sevdim ben bu fikri.
Bir hayvanı keserken içinden ‘’Seni kesip öldürten güç, günü gelince beni de öldürecek ve ben de senin gibi tüketileceğim.’’ Demeyi ve bir elmayı dişlerken ‘’Tohumların benim vücudumda boy atacak, kokun soluğum olacak.’’ Diye geçirmeyi başka kim akıl edebilirdi? Cibran, gördüğüm en ilginç adamlardan biri. Bir kudretin ve şükrün bu denli fikre işlemiş olması gerçekten onun ince düşüncelerinden örülmüş labirentlere düşürüyor beni. Şükür ve kudretin farkında olmak gibi meseleler aslında birer zekâ ürünüymüş diye düşünmeden edemiyorum. Bakmakla görmek arasındaki o ince çizgiye otağ kurup evreni, yaratanı ve yaratılanı o nazardan seyretmek…
Kendini bilmek konusunda da çok ince bir fikre değinen cümlelerinde Cibran, kendini bilmenin yolunun yetersizliğe ve tamamlanmamışlığa inanmaktan geçtiğine değiniyor. Şöyle ki; ‘’ Gerçeği buldum dememeli, bir gerçeği buldum demeli’’ diyor. Ve ‘’Ruhun yolunu buldum dememeli, yolumun üstünde salınan ruha rastladım demeli’’ diye devam ediyor. Kendini bilmek, bilmediklerinin devamlılığına inanmaktan geçiyor yani. Ne zaman ki yolun sonuna geldiğimize inanır, son denen o bitiş çizgisine geldiğimizi düşünür, eksik veya tam… Zirveye ulaştığımıza kanaat getirirsek o an bir antlaşmaya imza atıyor ve bilme savaşını aleyhimize çevirerek bitiriyoruz. Ve bilmek, kendini bilmekle başlayıp kendini bilmekle devam ediyor. Bilmenin her aşamasında kimlik kaygımızın, ruh ve beden sloganlarımızın özgün cümlelerimize ket vurup bizi buruşturarak evrenin kara deliklerine fırlatmasını istemiyorsak bilmenin ilk aşması olan ‘’kendini bilmek’’ basamağına güvenle basmalıyız.
‘’Zaman hakkında ne dersin erenler?’’
Vakit diyor Cibran; vakit, sizin içinizdeki okyanusları ırmağa çevirip akışını izlemenizdir. Onu saatlere ve mevsimlere bölerek akışını seyre dalarsınız. Aslında zaman bölünebilen ve hesaplanabilen bir şey değildir. ‘’Dün, bugünün anısı, yarın da bugünün düş’üdür.’’ Hep böyle değil midir? Geçmişi özleyerek, hesaplayarak ve notlandırarak geçen şimdiki zamanı dün olmaya mahkum ettiğimizi unutur, üzerine bir de geleceğin endişe ve hesaplamalarını serpiştirir ‘’vakit’’ dediğimiz buğulu ve bilinmezlik kavramını bölerek harcarız bir çok zaman. Yıldönümleri, takvimler, randevu saatleri, güneşin dünyayla oynadığı yakantop oyunu… Bu koşturmacada bir saatimiz olmasaydı ya da bir takvim… Hangi zamanda bulunduğumuzu bilmeseydik acaba bilinmezlik vaktini nasıl değerlendirirdik? Randevu verirken ne derdik karşımızdakine? Yoksa tüm randevular iptal olurdu da kişisel kıyametimiz olan ölüm saatlerimize mi kurardık ‘’tik tak’’ diye diye vaktin geçtiğini hatırlatan kalplerimize? Dün, bugün ve yarın birbirinin tamamıdır. Her dün, bir yarın olmuş, her bugün bir dün olmuş ve her yarın bir dün olmaya mahkum edilmiştir.

Hiç yorum yok: