12/24/2011

Benden Geçti Aşk!





 
İngilizcede aşka düşmek diyolar; "fall in love"
Aşk düşülen bişeymiş gibi geliyo kulağa. Düşük bişey.. Hastalıklı bişey.. Olumsuz çağrışımlar...

Oysa aşka düşmek yerine aşkın "ben"den geçmesi daha hoş geliyo kulağıma..
Aşk'ın vasıflarına daha uygun gibi..

Aşk; yerçekiminin etkisini dahi kaldırır "ben"in üzerinden.
Düşmek nerede kaldı, ayakları yere değmez ki!

Velhasıl; aşk geçip gider "ben"lerimizden.
Giderken de farklı izler bırakır her birirmize, kendi karakterimize göre.
Nasılsak, öyle tecrübe ederiz çünkü aşkı da.
Geride, ya isyan kalmıştır, ya yangın..
Ama ikisi de durulur.. İkisinin alevi de söner.
Hayatta her şey bir gün sükunete kavuşur.

"Ben"lerimizden geçtikten sonra yorgunluk yerine olgunluk bırakması, bu gecenin temennisi olsun!


12/18/2011

Hislerime tercüman olmuşsun Ümit Meriç!


Cip kullanan baş örtülü kadınlar beni çok rahatsız ediyor
Sadece baş örterek Müslüman olunmuyor değil mi?
Çok hassas, çok zor bir şey Müslüman olmak. Ben MÜSİAD’ın Yüksek İstişare Heyeti’ndeydim. Orada bir konuşma yaptım ve dedim ki, “Beni en çok rahatsız eden, cip direksiyonundaki başı örtülü hanımlar.” Niye dediler? “Bir Müslüman’ın bu kadar aç insanın olduğu, kadınların bir ay iğne oyası yapıp 60 milyon kazandığı bir ülkede, bilmem kaç milyarlık cipin tepesinde dolaşmaya hakkı yok... Bir insan olarak muhakkak bir araba alınabilir. Ama bir cip? Bir Müslüman’ın cipe yatıracak parası olmamalı. Parası o kadar çoksa, gitsin İstanbul’un fakir semtlerine, ara sokaklarda dolaşsın, bakkallardaki o ekmek borçları nedeniyle kabarmış olan hesapları ödesin” dedim. Ve emin olun, bunu duyan çok zengin bir işadamının hanımı, cipini satmış ve bakkal, bakkal dolaşıp yoksulların hesaplarını kapatmış. Müslümanlık bu kardeşim! Yani, “Vakko eşarp mı alayım, yoksa Versace mi?” tartışması değil.


10/25/2011

şizofrenik mi?

gerçeğinden uzaklaştıkça, hayaline yaklaşıyorum..
hayalinle oyalanıyorum..
gerçeğinden uzaklaştıkça! boş hayallerle vakti zayi ediyorum!
hayalinle, hayallerle. ne üzülüyorum ne seviniyorum..
ama şarkının dediği gibi, oyalanıyorum işte!
gerçeğin hayalin gibi güzel değil, kabul!
ama gerçeğin daha takdir edilesi.
 -burada doğru kelimeyi bulamıyorum, saate bağlı kelime hazinesinde aradığını bulamama sorunu-
gerçeğinden uzaklaşmak iyi gelmiyo bana.
Rabbim! Sen beni boş hayallerin şerrinden koru!
Rabbim! Beni hayallerle oyalanmaktan koru!
Rabbim! Beni gerçek olandan ayırma..
Gerçek olan hayal olandan güzel olmasa da.. Gerçekliği onurlu! Aldatmıyor, oyalamıyor..
Bu akşam hayaller ve hayal kurmalar hor görülsün, gerçekler yüceltilsin!
Ey hayalden arınmış dupduru gerçeklik! Ne kadar onurlusun! Ne kadar dürüst!
Vay be. afilli mi oldu? ı ıh! Olmadı. Olmasın..
Neyse.
Hayal kurmadan uykuya dalmak, zihni dinlendirir derdi çok sevdiğim bi dostum..
Bu akşam dost tavsiyesi dinleyeyim..
Dinleneyim...

10/10/2011

KÜÇÜK SEVİMLİ BİR ROMANTİK!



                          

seni bir çiçeğe benzetiyorum
papatyaya
evet evet papatya
bildiğimiz papatya
hani aşk papatya
hani aşık papatya
hani aşktır ya papatya
hani seviyor çıkıcak fal onda bakılsın diye bekleyen papatya
hani tenin gibi beyaz yapraklı papatya
hani senin gibi temiz papatya
hani gözlerin gibi kocaman bi papatya
hani ellerin gibi yumuşacık papatya
hani yağmur damlalarıyla dans eden papatya
hani rüzgar esince kokusu burnuma gelen papatya
hani arının bile konmaya kıyamadığı papatya
hani benimde sevmeye kıyamadığım papatya..
papatyaaa papatya....

.menesbtmn.

Not: Lisedeyken herkes biraz şairdir derler,
hele de acemi aşıksa..
Benim küçük kardeşimde de durum tam olarak böyle
             -bence- :)                 

10/06/2011


-Elif Şafak mı okuyosun?
-Evet.
-Ayy ben hiç sevemedim bu kadını ya. Bu kitaba da bu kadar para vermezdim ayrıca. 
-Ben severim. Ayrıca korsan kitaba da karşıyım.
(gülüşülür burda.)
İşte böyle başladı İskender'i elimde gören bir çok arkadaşımla sohbetimiz..
 Kimileriyse devamında sordu;
-Peki kitap nasıl? Beğendin mi?
-Bilmem iyi gidiyo gibi. Daha yarılamadım bile.
-Hmm.

Kulak asmadım desem Elif Şafak sevmeyenlere, yalan olur. Gerçekten kitabı beğenmeyeceğimi düşünüyordum başlarda. Kitaba "çerez" muamelesi yapıyordum resmen. Yolda okurum, bi arkadaşımı beklerken okurum diye yanımda taşıyordum. Ne de olsa kafa yorulacak bişey değildi. 

Derken, uzunca bi süre elimde süründürdükten sonra kitabı bugün bitirdim. Son 240 sayfayı hiç yerimden kalkmadan, esnemeden, sıkılmadan okumuştum. Kütüphanede olmasam bazı yerleri okurken ağlayacaktım.. 
(Burası abartı gelebilir ama, benim gözyaşlarım akmaya hazır çeşmelerdir zaten. Hiç duygulanmaya gelmezler.)

Kitap bitince düşündüklerim; yalnızca bizim annelerimiz mi evlatlarına karşı bu kadar düşkün, bu kadar şefkatli, yoksa dünyanın neresine gidersek gidelim, kendini öldüren oğlunu bile affeden ve onun için dualar eden anneler mi buluruz?

Bir de şu soru var tabi; dünyanın başka nerelerinde "namusunu temizlemek için", annesini öldürmeyi kendine görev bilen evlatlar var?

Bizim topraklarımızda kadının ne demek olduğunu çok güzel anlatmış kimilerinin beğenmediği Elif Şafak. 
 Kalemine sağlık! 

Bizim topraklarımızda "namus" demek, biraz da "millet ne der?" demektir.
Kahveye girdiğinde insanların kendi karısı ya da kızı hakkında ileri geri konuşmasıdır namusun kirlenmesi.
Ve o insanlar susturulsun diye, baba-koca başı dik yürüyebilsin diye hiç düşünmeden kıyılabilir canlara.. tazeciklere.. Suçlu(!) olup olmaması da mesele değildir ayrıca. İnsanlara konuşacak malzeme vermesi yetmiştir..

Bana kimse namus konusundaki hassasiyetlerinin dindarlıklarından ileri geldiğini söylemesin! Çünkü din, erkeğe de kadına da iffeti emrediyor! Zinayı haram kıldığı gibi, insan öldürmeyi de yasaklıyor! Oysa bizde erkek ne yaparsa yapsın, en fazla elinin kiri oluyor. Kadınsa ancak canıyla temizleyebiliyor bu kiri. 

Kitapta bir başka göze çarpan şeyse, kadınların oğullarına düşkünleri.. Erkek çocuk doğurmanın meziyet olduğu bir ortamda, kadın nasıl oğluna düşkün olmasın? Nasıl kızını oğlu ile bir tutsun? Gerçi, bütün çocukların bir elin parmakları gibi olduğunu söylüyor kitapta "anne"  ama. Sultanlığı sadece oğluna yakıştırıyor yine de.. 
Annesinin sultanı İskender, annesinin katili oluyor..

 Kadın ile erkeğin bir bütünün parçaları olduğunu, ikisinin de birbirine muhtaç olduğunu ve eşit olmasalar da ikisinin de çok kıymetli olduğunu anlayan insanların çoğunlukta olduğu bir yer hayal ediyorum.. Erkeklerden nefret eden feministlerin de kadını hakir gören ve kendisini üstün sanan erkeklerin de yok denecek kadar azaldıklarını.. Ve insanların kadın-erkek demeden, insan oldukları için, insanlığın onuruna yakışır şekilde muamele gördüklerini.. 

Biliyorum, hayalperestim...


Not: Neredeyse unutuyordum. Elif Şafak her kitabında olduğu gibi bu kitabında da bir tutam tasavvuf serpmiş. Tam kıvamında olmuş bence. Fazlası artık okunmuyor, tasavvufu bile tükettiler çünkü, basitleştirdiler ehil olmayanlar kelimeleriyle..
Elif Şafak, ehli değildir belki bu konunun ama, o da zaten sufilik taslamıyor bence. Kendi dünyasından bir tutam serpiyor ürettiğine de.. 

Kitap, Doğan Kitap'tan çıkıyor.
Sayfa sayısı: 448
Fiyatı: 24 TL

Okuyacak olan varsa, şimdiden "afiyet olsun"...








10/04/2011

HUZUR

   

   Kendimle onca zaman boğuştuktan sonra pes ediyorum.. Kalbimle aklımın kavgasından barış çıkmasa da, ikisinin artık yüz göz olmasını istemiyorum.. İkisinin de yeri ayrı, görevi ayrı.. Onca kavgadan sonra şu huzuru bana hangi âkil açıklayabilir? 


Kalp bambaşka bi alemdir! Ve kalpte olan biten mahremdir! Herkeslere anlatılmamalıdır.. Bu konuda çok başarılı olamadığımı kabul ediyorum. Hissettiğim neyse, onu dışarı taşıran biri oldum hep. İçim hiç içime sığmazdı.. İçimde fırtınalar kopuyorsa, gürültüsü şamatası dışarıyı da toza dumana katardı. İçimde bi ateş yanıyosa, dışarıya bi bacası vardı da ordan tüter dururdu.. Şimdi -tutabiliecek miyim bilmiyorum ama- kendi kendime bi söz veriyorum.. Kalbin mahremini dile almayacağıma dair..

 --Burayı yazarken neyin üzerine yemin edeceğimi düşündüm bi süre ama, hiçbişeyin üzerine yemin etmeye cesaret edemedim. Aslına bakarsam, kalbim üzerine yemin edecektim, çok büyük laf etmiş olmaktan korktum. Her neyse..--

Her yaşanılan bir şey katar insana.. Acı çekersin, ya da mutlu olursun.. Ama sonra geçer.. Anlıktır. Geriye bazen hüzün kalır, bazen huzur.. İkisi kardeştir aslında.. Bi karında yatmışlardır. Ama huzur nazlıdır.. Herkese açmaz kapısını.. Bu akşam bana açtı. İçimi ferahlattı.. 

Hüzünle huzuru kardeş yapan, bana ikisini de tattıran Rabbime hamdolsun!

9/05/2011

Yuvaya Dönüş..



Burası benim evim olacaktı hani? Kendime ait odam.. gönlümce yazacaktım.. kimin ne dediğini, ne diyebileceğini umursamadan.. gelişmiş günlük gibi! :)


Evime döndüm! Ne de olsa insanın evi gibisi yoktur. Ne de olsa, özgürlük, kendi odamdadır! 
Uzun süreli kafa karışıklıkları, gönül yorgunlukları, durgunlukları üzerimden silindir gibi geçtikten sonra, duruldum diyebilir miyim bilmiyorum.. Ama daha kaybedecek vakit yok! Pişmanlıklarıma da ah u vahlarıma da yeterince vakit ayırdım.. Söylemiştim, kırk fırın ekmek yemem lazım daha diye.. Şimdi ilk lokmaları alıyorum. Ufaktan ufaktan.. Kendimi biliyorum, devamsızlık huyumdur! o yüzden bu kırk fırın ekmek muhabbetinde en çok devamlılığa önem veriyorum. "Az da olsa devamlı olanı" hedefliyorum.. 
İşte ilk lokmalarım, boş mideye-bulanık zihne-yorgun kalbe ilk göndereceklerim ;

Açıklamalı Kuran-ı Kerim Meali - Hasan Tahsin Feyizli
Büyük İslam İlmihali - Ömer Nasuhi Bilmen
Sosyoloji - Prof. Dr. Zeki Arslantürk & Prof. Dr. M. Tayfun Amman 

Ekimdeki ÜDS den ötürü lokmalarımı küçük küçük alıyorum :) boğazımda kalmasın...

4/28/2011

Dayandırılabilir Hüzün

 “Bu acıyı Cesar Vallejo olarak çekmiyorum. Şu anda ne sanatçı, ne bir insan, hatta ne de bir canlı varlık olarak acı çekmiyorum. Bu acıyı bir Katolik, bir Muhammedî yahut dinsiz olarak çekmiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün. Adım Cesar Vallejo olmasaydı da çekecektim bu acıyı. Sanatçı olmasaydım, aynı acıyı duyacaktım yine. İnsan da olmasaydım, hatta canlı varlık da, böylesine çekecektim bu acıyı. Katolik de olmasam, tanrı-tanımaz da olmasam, Muhammedî de olmasam yine acı içinde olacaktım. Bugün en dipten başlayarak acı çekiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün.

 Açıklamasız bir acı içindeyim şu anda. Öyle derin ki acım, bir sebebe de bağlanamaz. Sebep ne olsun ki? Ona sebep olabilecek önemdeki şey nerede? Hiçbir şey sebebi değil, hiçbir şey ona sebep olacak güçte değil. Bu acıdan doğan şey ne işe yarar? Benim acım bir tuhaf kuşların kuzey ve güney rüzgârlarından döllenip saldıkları tarafsız yumurtalardandır.

 Sevdiğim kız ölseydi, acım çektiğim acı olmakta devam ederdi. Boynumu kesselerdi usturayla, ben yine şimdi duyduğum acıyı duyardım. Bu hayatta değil bir başka hayatta olsaydım çekeceğim bundan başka bir acı olmazdı. 

Bugün en yücelerden başlayarak acı çekiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün. Açların acısına bakıyorum da benimkinden nasıl da uzakta görüyorum onu. Açlıktan ölecek olsam, bir ot olsun biterdi mezarımda. Aynı şey âşıklar için de öyledir. Âşığın kanı, hangi kaynaktan ve ne yöne aktığı belli olmayan benim kanım yanında nedir ki? Şimdiye dek evrendeki her şeyin kaçınılmaz olarak baba-oğul bağlantısı içinde olduğunu düşünürdüm. Oysa bugün işte bakın ne babadır benim acım ne oğul. Batan gün olmaya tümseği yok, fazlasıyla sinesi var doğan gün olmak için ve loş bir yere konacak olsa hiç ışık almayacak, aydınlık bir yere koysan gölgesi olmaz. Bugün acı çekiyorum, olsun ne olacaksa. Bugün acı çekiyorum yalnızca.” 

[Umuttan Söz Etmek İstiyorum] Cesar Vallejo

4/24/2011



"Tuzda garip ölçüde kutsal bir şey olmalı. 
O hem gözyaşlarımızda var hem de denizde."

Halil CİBRAN- Kum ve Köpük

4/20/2011

YASMİN LEVY KONSERİ 26.04.2011 TARİHİNDE BURSA'DA ..


Yasmin Levy 
(d. 23 Aralık, 1975; Kudüs, İsrail ) 
İsrailli şarkıcı ve şarkı sözü yazarı.

BİR KERE DUYDUĞUNUZDA, BIR DAHA ASLA UNUTAMAYACAĞINIZ SES!



Babasını henüz iki yaşında kaybetmiş ve annesi tarafından büyütülmüştür. Müziğe ilgisi çocukluk yıllarında başladı. 6 yaşındayken piyano çalmayı öğrendi ve 18 yaşına kadar çalışmalarını sürdürdü. 20 yaşında ciddi olarak şarkı söylemeye başladı. 21 yaşında, İlk kez dinleyici önüne, annesinin bir konserinde çıktı. Daha sonra yerel konserler vermeye devam etti. WOMEX 2002'de ilk kez uluslararası arenada boy gösterdi ve şarkıcılık kariyerinde yeni bir sayfa açıldı. İlk albümü Romance & Yasmin'de Ladino müziğine odaklandı, bu albümde babası Yitzhak Levy'nin çalışmalarının ve Türk müziğinin büyük etkisi vardı. Babası Yitzhak Levy, 1919 yılında, Manisa'da doğmuş bir Sefarad idi.Besteci ve Koro Şefi idi. İsrail devleti, kurulduktan sonra, İsrail Ulusal Radyosu'nun Ladino Departmanının başkanı olarak atandı. Hayatını, Sefarad Yahudilerinin müziklerini derlemeye ve korumaya adadı. Yasmin Levy, bu miras ve ve repertuarla büyüdü.
YasminLatin ve Sefarad müziğinden Endülüs flamenkosuna; Türk ezgilerinden Arap etkilerine pek çok unsuru müziğinde kullanmaktadır.Viyolonsel ve piyano gibi batı müziği enstrümanları yanında ud gibi doğu müziği enstrümanlarını da şarkılarında kullanmıştır.


4/17/2011

dışarıda yağmur sesi..
hemen yan taraftaki salonda yağmur şarkısıyla cem adrian ın sesi..
salondakilerin arasında değilim ama orada olsaydım sadece yağmura yazılmış şarkıları dinleyebilecektim..
şimdi hem şarkıyı hem yağmurun sesini dinliyorum..
içime kadar sızan yağmur damlalarının sesini..
bana gözyaşlarını anımsatan damlaların sesini..
yağmura rahmet diyorlar, senin yaşların da öyle.
yağmura bereket diyorlar, senin yaşların da öyle..
zamanı mekanı bertaraf edip gönlüme sızıyorlar ve ne tomurcuklar yeşertiyorlar bilemezsin!!
sahi bilir misin? beni benden iyi bildiğine göre, beni ben/den aldığına göre bilirsin...
sana en çok mavi yakışıyor sanırdım, yeşerttiğin filizleri görünce, yeşil de dedim kendi kendime.
yeşil de senden haberler veriyor mavi gibi..
birgün anlayacağım gökkuşağından farksız olduğunu..
herhangi bir renkle sınırlandırılamaz olduğunu...
"mavili hüzünler güzeli" de sen..
"sokaklarda yanımda dolaşan yağmur" da...


bitti, kesildii.. ilham periciklerim dağıldı gitti =)) 
sanırım gitmeselerdi kaleme ihanet sayacaklardı, böyle bilgisayar başında, esti bi kere deyip yazılmaz ki efendim!
her ne kadar kütüphane gibi kıymetli bir mekan da olsa, periciklerim masa lambamın loş ışığına, saatimin tıkırtısına çok alışmışlar. fazla mı şımartmışım onları nedir =))
böylesine bir iç dökümü oldu işte.. bir dosta yol/lanır gider.. yol alır gider.. diye mi düşünmüştüm? düşünmedim aslında hiç, pericikler hep birden üşüşünce başıma düşünmek anlamsızdı.. öylesine işte.. ya da dostun dediği gibi, öyle işte........

27.10.2010

4/15/2011



Her şeyin bir dili var. Herkesin anlayamadığı bir dil bu. Kimisine gürültü olarak gelen, kimisini mest ediyor. Aynı dili konuşmak dedikleri şeyle ilgili sanırım. Hangi dili konuşuyorum bilmiyorum ama bazı sesler beynimi zonklatırken bazıları gönlümü mest ediyor. Trafikte sıkışmış sinirli insanların, kornalarına asılmak suretiyle çıkardıkları sesler! Nefret ediyorum. Ama İETT’lerin, hani şu eski model, kliması olmayan bu yüzden de her zaman camları açık olup rüzgarıyla başörtümü bozan kırmızı otobüsler var ya… Onların çıkardığı sesi hayran hayran dinliyorum. Kimileri gürültüsünden dolayı binmiyor bile artık onlara. Ama bana, kendi dilleriyle kıymetli dostumla geçirdiğimiz vakitleri anlatıyorlar. Hatırlar mısın? Diye başlıyorlar söze. Söz konusu Sultanım olduğunda hiçbir şeyi unutmadığımı bildikleri halde… İtiraz etmeden dinliyorum ve yol ne kadar uzunsa o kadar keyif alıyorum bu sohbetten…


Makinelerin sesleriyle insanların sesleri var bir de. İnsanların her türlü hizmetini gören, yıkayan, kurutan, süpüren, silen insan ürünü makineler. Hiç birini sevmiyorum. Hizmet etmekten şikayet ediyorlar gibi geliyor sesleri bana. Bağıra çağıra iş yapıyorlar. Gerçi teknoloji ilerledikçe insanlar daha uslu, sessiz sakin hizmetçilere sahip oldular. Yeni ürünlerini tanıtırkenki hallerinde, bir isyanı bastırmış padişah edası var.

İnsan seslerine gelince onları dinlemek güzel olabiliyorlar. Kimileri çığırtkanlık da yapsa çığırtkanlıklarıyla bile çok şey anlatıyorlar. İnsan sesleri dinlemeye değer bu yüzden. Her insan bambaşka hikayeler anlatıyor. Aynı sözleri söyleseler bile farklılar, bir söz her ağızda aynı durmuyor. Ama bazı sesler de var ki kulaklarımı es geçip gönlüme dokunuyorlar. Dostane sesler… Dosttan haber veren, onu anlatan sesler. Tıpkı İETT eskisi kırmızı otobüsler gibi. Gecenin sessizliğinde yağan yağmur gibi, kıyıya vuran öfkeli dalgalar gibi. Bir kitabın sayfasını çevirirken duyduğum o narin ses… Saatimin tıkırdayarak bana geçen zamanı saniye saniye anlatan sesi… Yorulunca susar, ilgileneyim ister. Bende gönlünü yapınca taptaze bir solukla başlar yeniden anlatmaya.

Bütün bu seslerin içinde en sonunda kendi sesimi fark ettim. Aslında, sesini kaybetmenin korkusuyla onu teknolojinin, kayıt cihazlarının derinliklerine saklamıştım. Bir gün çıkarıp kulaklarıma dayadığımda hasretle iç çekerken birden bir cızırtı gibi duydum kendi sesimi. Harika bir orkestrada bir yeteneksiz gibi duruyordu orada. Kapalı yaratılmış dudaklarımı niye açmışım ki senin yanında diye hayıflandım. Sesindeki hapsedilmez güzelliğin, sadeliğin yanında kapı gıcırtısı gibi gıcık bir ses çıkarmıştım. Kalbinle dilinin barışıyla dupduru akan bir nehirdin. Bense, savaşlardan köprüleri yıkılmış, sularına kanlar karışmış bir nehir.. İçimdeki çokluk kavgalarından çatallanmış dilim! İşte bu yüzden barış ruhuma hakim oluncaya kadar, kavgalar bitip bir/lik sağlanıncaya kadar… Susup senden haber getiren dostları dinlemeye karar verdim. Ve ilk gelen kırmızı otobüse atladım, gidiyorum…

                                                                                                  

4/14/2011

ŞİİR ŞEHİR BURSA



DÜZENLEME KURULU

Başkan
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ



Üyeler
Dr. Süleyman EROĞLU
Kenan ÖZÇELİK
Ali İhsan AKÇAY
Aziz ELBAS
Hüseyin TOPRAK


Bilim Kurulu
Prof. Dr. Mustafa KARA
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. Osman ÇETİN
Prof. Dr. Hatice ŞAHİN
Prof. Dr. Kemal YAVUZ
Prof. Dr.Mehmet AKKUŞ
Prof. Dr. Emine YENİTERZİ
Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
Prof. Dr. Adem CEYHAN
Yard. Doç. Dr. Sadettin EĞRİ

Sekreterya
Erhan PAMUKÇU
05304031284- 0224 2532646

4/13/2011

MAZOT

Ağlamadan
dillerim dolaşmadan
yumruğum çözülmeden gecenin karşısında
şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı
üzerime yüreğimden başka muska takmadan
konuşmak istiyorum.

Şehre neden
esmer ve dölek yüzümle döndüm dağlardan
kar vakti tarlaları kımıldatan soluğum
niyedir sarmalasın vites dişlilerini
defneler, nakışlar yok
alnımda neden.



Ağlamadan
etimin iğneli beşiklerde bıraktığı izlere aldırmadan
o mavi korularda ve dibektaşlarında
bırakıp sözlerimin kalıntılarını
açıkça konuşmak istiyorum.

Besbelli ki leşler koruyor şehrin bedenlerini
göğsünün kafesinde yalnızca pasak
biliyorsun
korkutulmuş bir kızın
yüreğinden fışkıran beyaz güvercinleri
sabahın köründe kalkan tirenlerdeki nefret
hergün aynı kalafat yerine çekilmenin nefreti
bunları
bütün bunları biliyorsun
dağlardan dönüyorsun o sağır yamaçlardan
çevik bacaklarını getiriyorsun, ne çiçek ne de ninni
boz şayaktan poturun dağlarda ne güzeldi
şehre varınca artık meşinler giymelisin
daha esmer
daha kankusturucu
sen o baygın sevgilerin adamı değilsin.

Sana yaşamak düşer çarkların gövdesinde
bin demir kapıyla hesaplaşmaktan omzun çürümelidir
bin çeşit güneşle ovulmalıdır gaddar ellerin
yürü yangınların üstüne, kendi alevini de getir
çarpıntısız dakikası olur mu devrimcinin
ki
ölüm
her yerde uyanıktır
alestadır korkunun yardakçıları
tez kızaran güllerden kendini sakın
sevgiler ürkütsün seni, aşk ayrı-
Aşktır diye geri geldin o çekiç seslerine
bıraktın vazgeçilmez ırmakları
gönlüne kar yağdırıyorsa çocuk sesleri yetsin
dikkat et hiçbir şey ıslatmasın namluları.

İSMET ÖZEL /  ERBAİN

2/22/2011

BATI'YA YÖN VEREN METİNLER


Alev Alatlı'nın derleyen vasfı ile göze çarpan bu eser dört ciltten oluşuyor:

Batı'ya Yön Veren Metinler -I- ; Kökler/Orta Çağlar (00 - 1350)
Batı'ya Yön Veren Metinler -II- ; Rönesans / Protestan Reformu / Erken Modern Dönem / Bilim Çağı (1350 - 1650)
Batı'ya Yön Veren Metinler -III- ; Aydınlanma / Burjuvazi Yüzyılı / Bilim Çağının Zaferi (1650 - 1800)
Batı'ya Yön Veren Metinler -IV- ; Moderniteye Doğru Kaotik Modern Dünya (1800 - 1970)




<<birinci cilt arka kapak yazısı>>
On Altıncı yüzyıl Osmanlı aydınının, Batı'nın dünya ve evren görüşünü altüst eden, Avrupa Aydınlanması'nın yollarını döşeyen Kopernik, Bruno, Galile, Brahe gibi bilim adamlarının radikal çıkışlarından haberi yoktur. Tanzimat'la birlikte Batılılaşma sürecine girdiği kabul edilen Osmanlı toplumuna sunulan ilk çeviri ürünler, Türk okuyucusunu Voltaire, J.J. Rousseau, Fénelon, Fontenelle, Montesquieu gibi düşünürlerle tanıştırırken, Thomas Hobbes, John Locke gibi rasyonalistleri, David Hume, Adam Smith, Thomas Malthus, Karl Marx gibi ekonomistleri, Herbert Spencer gibi hukukçuları, Frederich Nietzche'yi, hatta Francis Bacon gibi bilimadamlarının yapıtlarını ıskalar. Batı zihniyetinin gerçeğini aydınlatmakta yetersiz kalınmış, "rakip" kültürü hakkıyla değerlendirmek yolunda tatminkâr sonuçlara ulaşılamamıştır. Buna karşın, Batı karşısında geri kalmışlık duygusu, bilincimize adeta bir sosyo-kültürel çıkmaz olarak kazınmakta, kendi kültürümüz hakkındaki tasavvurlarımızın hırpalanmasını da beraberinde getiren uzun bir savunma sürecine girilmektedir.

 Hayli gecikmiş bir girişim olmakla birlikte, Batı'ya Yön Veren Metinler, Türk okurunun hızla küreselleşen dünyayı şekillendirmeye aday olan Batı düşünce kalıplarını ve onları oluşturan düşün serüveninin tarihsel gelişimini, kendi dilinde okuyup kavramasına olanak sağlamayı amaçlamaktadır. İÖ 1400'lü yıllardan başlayan, 1970'lere kadar gelen yaklaşık 3500 yıllık bir süreçte Batı zihniyetini şekillendirdiği kabul edilen yaklaşık bin metni kapsayan dört ciltlik bu eserde, Eski Ahit'in Aziz Markos'undan Hamurabi'ye, 1215 tarihli Magna Carta'dan, Çar İkinci Aleksander 'ın özgürlük Fermanı'na, Abraham Lincoln'ün Özgürlük Bildirgesi'nden, Bart Kosko'nun Saçaklı Mantık Devrimi'ne kadar çok sayıda metin ilk kez belirgin bir sistematikle Türkçeleştirilerek sunulmuştur. Seçilen metinlerin, Batı'nın "kendi zihniyetini kendi gençlerine aktarma " yöntem ve tercihlerini yansıttığından emin olmak için, Avro-Amerikan dünyasının en saygın üniversitelerinin kendi öğrencileri için bir araya getirdikleri derlemeler rehber alınmış, böylece Batı'ya Yön Veren Metinler'e aşinalık geliştirecek gayretli ve ciddi okurun Batı'nın düşünce dünyasını çözerken, kendi medeniyetimizin düşünsel ürünleriyle de hesaplaşabileceği zemin hazırlanmıştır.

Birinci ciltte, Batı geleneklerinin Yahudi-Hıristiyan, Yakın Doğu, Yunan-Roma geleneklerinin kaynakları ile Hıristiyan toplum tasavvuruna ışık tutan metinleri bulacaksınız.
Yolunuz açık olsun!

2/17/2011

BU ÜLKE; 17 - 20 ŞUBAT TARİHLERİ ARASINDA OKUNMAK ÜZERE..


"Kimim ben? Hayatını,Türk irfanına adayan,
münzevi ve mütecessis bir fikir isçisi."

Cemil Meriç, Jurnal,18.6.1974


Yazar ve mütercim. 12 Aralık 1916’da Hatay Reyhanlı’da doğdu. Ailesi Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan göçmüştü. Fransız idaresindeki Hatay’da Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya Sultanisi’nde okudu. Bir süre ilkokul öğretmenliği ve nahiye müdürlüğü, Tercüme kaleminde reis muavinliği yaptı.


1940’da İstanbul Üniversitesi’ne girip Fransız Dili ve Edebiyatı öğrenimi gördü. 1941’den başlayarak İnsan, Yücel, Gün, Ayin Bibliyografyası dergilerinde yazmaya başladı. 1942 ve 45 yılları arasında Elazığ lisesinde, 1952 ve 54 yılları arasında ise İstanbul`da Fransızca öğretmeni olarak çalıştı. Daha sonra İstanbul üniversitesi Edebiyat fakültesinde yabancı diller okutmanlığı görevinde bulundu, Sosyoloji bölümünde dersler verdi. Mükemmel düzeyde Fransızca okuyup yazan Meriç, İngilizceyi anlıyor, Arapçayı, kendi ifadesiyle, “söküyor”du.




1955’de gözlerindeki miyobunun artması sonucu görmez oldu, ama olağan üstü çalışma ve üretme temposu düşmedi. Talebelerinin yardımıyla çalışmalarını ölümüne kadar sürdürdü. 1974 yılında İstanbul üniversitesinden emekli oldu ve yıllarının birikimini ardarda kitaplaştırmaya girişti. 1984’te, önce beyin kanaması, ardından felç geçirdi, 13 Haziran 1987’de vefat etti.


Cemil Meriç`in ilk yazısı Hatay`da Yeni Gün Gazetesi`nde çıktı (1928). Sonra Yirminci Asır, Yeni İnsan, Türk Edebiyatı, Yeni Devir, Pınar, Doğuş ve Edebiyat dergilerinde yazılar yazdı. Hisar dergisinde “Fildisi Kuleden” başlığıyla sürekli denemeler yazdı. Meriç, gençlik yıllarında Fransızcadan tercümeye başladı. Hanore de Balzac ve Victor Hugo`dan yaptığı tercümelerle kuvvetli bir mütercim olduğunu gösterdi. Bati medeniyetinin temelini araştırdı. Dil meseleleri üzerinde önemle durdu. Dilin, bir milletin özü olduğunu savundu ve sansüre, anarşik edebiyata şiddetle çattı.

Ruhu şad olsun!




2/16/2011

AĞA HAN MÜZESİ HAZİNELERİ



ALEM
İran, 16. yüzyıl sonu

Ağa Han Müzesi Hazineleri" sergisi 13 Mart 2011'e kadar uzatıldı.


S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi, “Ağa Han Müzesi Hazineleri” başlıklı sergiye ev sahipliği yapıyor. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti kapsamında, 5 Kasım 2010 - 13 Mart 2011 tarihleri arasında gerçekleşmekte olan sergi, en değerli İslam sanat eserleri koleksiyonlarından biri olan Ağa Han koleksiyonunun seçkin örneklerini sanatseverlerle buluşturuyor. Sergide; seramik, ahşap, metal, kumaş gibi farklı materyallerden yapılmış ve üzerlerinde Kur’an’dan metinlerin yer aldığı objelerin yanı sıra elyazmaları ve minyatürler bir arada sunuluyor. Sergide ayrıca, kitap sanatının İslam dünyasında yıllar içinde nasıl geliştiği ve kitap yapım 
teknikleri ele alınıyor.

KİTAP OKUYAN GENÇ
Nakkaşı: olasılıkla Mirza Ali
İran, 1570 – 1574 civarı
Kâğıt üzerine mürekkep, opak suluboya ve altın yaldız

ÖZNUR BALIK'TAN ERMİŞ ÜZERİNE..


''Ve yanıtladı El Mustafa:
Ve yüreğinize gömdüğünüz sevgili için iyi bir şeyler dileyip öyle yatın: dudaklarınızda onu yücelten bir şarkı olsun.''
(Dikkat! Bu kitap ve yazar hakkında yazdıklarımın olumlu olması, Cibran'ın tüm görüşlerini salt haliyle bilincime sabitlediğim anlamına gelmemelidir.)
Çok okumadım. Yaşım henüz yirmi. Elime aldığım, kirpik değirdiğim kitap sayısı elbette azdır. Ayda ortalama üç kitap bitirmeye çalışan biri olarak seçkin kitaplar okumaya, popüler akımların zedeleyişlerine maruz kalmamış, tavsiye ürünleri okumaya özen gösterdim. Bir vazife üzere elime tutuşturulan bu kitap, ezberbozan bir üslub ve usulle bir solukta bitirmeme vesile oldu. (Tabi bunda kitabın sayfa sayısı da etkilidir)
Halil Cibran'ı ilk bu kitabıyla duydum. Öncesinde hakkında hiçbir bilgiye sahip değildim. Gözlemlediğim kadarıyla adaletin kapılar arkasında kilitli kalmasından duyduğu rahatsızlığı vurgulayan, özgürlüğün kalplerde çözülmesi gereken bir problem olduğuna inanan, doğanın sırlarıyla insanın sırlarının birbiriyle bağdaşımı arasındaki alakanın kudretine inanan ve bu yönüyle evrime inananan bir... Bir... Bir ne demeli? Yazar mı? Kimine göre âlim mi?  Kimine göre bir filozof mu sadece? Adını koyamadığım yazarın felsefesi, görüşü, din ve bilinç anlayışı... Tüm bunlar hakkında net hükümlerim olmaksızın okudum ''ermiş''i.


Cibran için ''Batılı Gözleri Doğuya Çevirten Sanatçı'' deniyor kitapta. Aklıma hemen Şeriati geldi. Şeriati'yle ortak noktaları erken ölmüş olmalarıdır sanırım bir de doğunun batıdaki çığlığı haline gelmiş olmaları... Çünkü genç yaşta ölümün kucağına düşen bu yazarlar âlimliği kılpayı kaçırıyor ve hatalarını düzeltemeden ölüyorlar. Düzeltilmeyen hatalar hüsn-ü zann eksikliği yaşayan insanlarca ''kâfir, sapkın'' hakaretlerine maruz bırakıyor onları. Kitaptan bahsetmeye geçmeden evvel bu konuda sahip olduğumuz yaralara kısaca değinmek istiyorum fırsat bulmuşken. Bir dilek ve bir niyet edasında söylediğim şu sözde enaniyet aranmamasını umut ederek diyorum ki; gelecekte yazar olmak arzumu hesaba katarak çok yerinde bir karar aldım kendi adıma. Bir yazarı, bir âlimi okurken; söyledikleriyle zihnim arasına bir süzgeç koymak kararı... Süzgeç diyorum, bir plaka değil. Delikleri olacak. Zihnime akıp gidenler dinim ve bilincimle bağdaşmıyorsa süzgeçin üzerinde kalacak ve saygıyla yerine bırakılacak. Geçenler ise kazandıklarım olup kafa kitaplığımdaki rafa yerleştirilecek. Bu kitap ve bu yazar da süzgeç yardımıyla okunmalı kanısıyla kitabı anlatmaya geçiyorum.

Cibran'ın ilginç bilgi ve fikir aşılama tekniği kitapta boy gösteriyor. Şöyle ki; kitapta, bir ''öğreten'' ve bir ''öğrenen'' tarafı var. ''Evlilik üzerine, çocuklar üzerine, yemek ve içmek üzerine, tapınmak üzerine, ölüm üzerine...'' şeklinde ilerleyen başlıklar altında başlığa uyumlu kişi profili çiziyor ve o kişi tarafından gelen bir soruya cevaben yazılmış metnini veriyor. Bu tekniğe olan hayranlığımın altını çizerek devam ediyorum. Misalen ''Çocuklar üzerine'' isimli başlığını ele alıyorum. ''Sonra yavrusunu göğsüne bastırmış bir kadın söz aldı ve bize çocuklardan söz et, dedi. Ve El Mustafa yanıtladı: Sizin diye bildiğiniz evlatlar gerçekte sizlerin değildirler. Onlar, kendini özleyen Hayat'ın oğulları ve kızlarıdırlar. Sizlerin yanındadırlar ama sizlerin malı değildirler.'' Tekniğinin yanısıra mantığı ve fikirleriyle de yer yer hayranlığımı kazanıyor. Evlatlar üzerinde kurulmuş baskıların (istediğim okulda okuturum, istediğim kişiyle evlendiriririm mantığının) dünyadaki mirasımızın fabrika ayarlarıyla oyunlarıyla oynadığımız anlamına gelir. Evlatlarımız üzerindeki hakkımız onlar ve biz arasında sadece bir muhabbet köprüsüdür, müebbet köprüsü değil. Psikolojisiyle oynayıp, bağımlılığını artırdığımız evlatlarımız, bizlerin tırnak izlerini yüzlerinde taşır ve öldüğümüzde titreyen bacaklarıyla zorlu, bol hendekli ve kaygan olan bu yolda ilerlemelerine çelme olarak kalır. Ehl-i Beyt gibi aileler dileriz Allah'tan. Öyle olamamaya da hoş bir kılıf uydurur; ''O Peygamberdi ve ailesi Peygamber ailesiydi.'' diyerek takviye yaparız sönmeye yüz tutan nefsimize. Ama evren boşluğuna bıraktığımız evlatlarımızın biz ölünce kara deliklere kapılıp gitmesi an meselesidir, unuturuz. Cibran'ın ''çocuklar'' konusuna bakışı bakış açımla birebir bağdaştığından olsa gerek; çok sevdim ben bu fikri.
Bir hayvanı keserken içinden ‘’Seni kesip öldürten güç, günü gelince beni de öldürecek ve ben de senin gibi tüketileceğim.’’ Demeyi ve bir elmayı dişlerken ‘’Tohumların benim vücudumda boy atacak, kokun soluğum olacak.’’ Diye geçirmeyi başka kim akıl edebilirdi? Cibran, gördüğüm en ilginç adamlardan biri. Bir kudretin ve şükrün bu denli fikre işlemiş olması gerçekten onun ince düşüncelerinden örülmüş labirentlere düşürüyor beni. Şükür ve kudretin farkında olmak gibi meseleler aslında birer zekâ ürünüymüş diye düşünmeden edemiyorum. Bakmakla görmek arasındaki o ince çizgiye otağ kurup evreni, yaratanı ve yaratılanı o nazardan seyretmek…
Kendini bilmek konusunda da çok ince bir fikre değinen cümlelerinde Cibran, kendini bilmenin yolunun yetersizliğe ve tamamlanmamışlığa inanmaktan geçtiğine değiniyor. Şöyle ki; ‘’ Gerçeği buldum dememeli, bir gerçeği buldum demeli’’ diyor. Ve ‘’Ruhun yolunu buldum dememeli, yolumun üstünde salınan ruha rastladım demeli’’ diye devam ediyor. Kendini bilmek, bilmediklerinin devamlılığına inanmaktan geçiyor yani. Ne zaman ki yolun sonuna geldiğimize inanır, son denen o bitiş çizgisine geldiğimizi düşünür, eksik veya tam… Zirveye ulaştığımıza kanaat getirirsek o an bir antlaşmaya imza atıyor ve bilme savaşını aleyhimize çevirerek bitiriyoruz. Ve bilmek, kendini bilmekle başlayıp kendini bilmekle devam ediyor. Bilmenin her aşamasında kimlik kaygımızın, ruh ve beden sloganlarımızın özgün cümlelerimize ket vurup bizi buruşturarak evrenin kara deliklerine fırlatmasını istemiyorsak bilmenin ilk aşması olan ‘’kendini bilmek’’ basamağına güvenle basmalıyız.
‘’Zaman hakkında ne dersin erenler?’’
Vakit diyor Cibran; vakit, sizin içinizdeki okyanusları ırmağa çevirip akışını izlemenizdir. Onu saatlere ve mevsimlere bölerek akışını seyre dalarsınız. Aslında zaman bölünebilen ve hesaplanabilen bir şey değildir. ‘’Dün, bugünün anısı, yarın da bugünün düş’üdür.’’ Hep böyle değil midir? Geçmişi özleyerek, hesaplayarak ve notlandırarak geçen şimdiki zamanı dün olmaya mahkum ettiğimizi unutur, üzerine bir de geleceğin endişe ve hesaplamalarını serpiştirir ‘’vakit’’ dediğimiz buğulu ve bilinmezlik kavramını bölerek harcarız bir çok zaman. Yıldönümleri, takvimler, randevu saatleri, güneşin dünyayla oynadığı yakantop oyunu… Bu koşturmacada bir saatimiz olmasaydı ya da bir takvim… Hangi zamanda bulunduğumuzu bilmeseydik acaba bilinmezlik vaktini nasıl değerlendirirdik? Randevu verirken ne derdik karşımızdakine? Yoksa tüm randevular iptal olurdu da kişisel kıyametimiz olan ölüm saatlerimize mi kurardık ‘’tik tak’’ diye diye vaktin geçtiğini hatırlatan kalplerimize? Dün, bugün ve yarın birbirinin tamamıdır. Her dün, bir yarın olmuş, her bugün bir dün olmuş ve her yarın bir dün olmaya mahkum edilmiştir.

2/11/2011

"HAKİKAT PARÇALANAMAZ"


listemizin ilk kitabıyla okuma ziyafetine başlıyoruz..
aynı zaman diliminde okuyup, taze taze üzerine konuşalım diyoruz..
12-13 Şubat 2011 tarihleri arasında
Cibran'dan Ermiş'i okuyoruz..
herkese afiyet olsun...

Şimdi neler söylüyorsam tek yürekten,
Yarın söylenecektir binlerce yürekten...


Halil Cibran
Lübnan asıllı ressam, şair ve filozof.
6 Ocak 1883 Lübnan / 10 Nisan 1931 ABD



Birçok ermiş ve peygamber  yetiştirmiş bir toprakta, 1883 yılında Lübnan'da doğdu. 1931 yılında, uzun süredir yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak yalnızlık ve yoksulluk içinde öldü. Arzusu üzerine, doğduğu yer olan Bsharri köyüne gömüldü.

Arapça konuşan ve onun yazılarını bu dilde takip eden milyonlarca insan Cibran'ı çağının dahisi olarak kabul ederler. Eserleri ve düşünceleri dünya üzerinde geniş yankı uyandırdı. Şiirleri yirmiden fazla dile çevrilmiş olan Cibran aynı zamanda başarılı bir ressam idi. Resimlerinin bazıları günümüzde dünyanın birçok şehrinde sergilenmektedir. Yaşamının yaklaşık son yirmi yılını ABD'de geçiren yazar, ölümüne kadar kaldığı bu ülkede eserlerini İngilizce yazmıştır.

Ünlü kitabı "Ermiş-The Prophet" ABD'de ellinin üzerinde baskı yapmıştır. Gençliğe yol gösterici olma özelliğini halen sürdürmektedir. Bir Yakın Doğu'lu şairin Batı dünyasında bu denli etkili olabilmesi şaşırtıcı görülebilir. Ancak işlediği temaların evrenselliği ve İngiliz dilini kullanmaktaki ustalığı, üzerinde toplanan ilginin sürekliliğini haklı çıkarmaktadır.

Ermiş'i en büyük başarısı olarak gören Cibran şöyle demişti:
"Lübnan'da bu kitabı yazmayı ilk kez tasarladığımdan beri, bir tek günüm bile Ermiş'siz geçmedi. Kitap benim bir parçam haline gelmiş gibiydi. Metni yayımcıma teslim etmeden önce tam dört yıl elimde tuttum. Çünkü emin olmak istedim, içindeki her sözcüğün kendimden verebileceğim en iyi sözcük olduğundan emin olmak istedim."

60'lı ve 70'li yıllarda Batı Avrupa ve ABD gençliği arasında en yaygın okunan ve tartışılan yazarlardan biridir Halil Cibran ve günümüzde de güncelliğini korumakta, bir çok genç yazar ve şairin yapıtlarına esin kaynağı olmaktadır. En ünlü kitabı olan Ermiş, 68 kuşağı gençliğinin el kitabı haline gelmiş ve ilham vermiştir.

Cibran tüm yapıtlarında kutsal kitaplarındakini andırır bir dil kullanmıştır. Yazılarında Doğu ile Batı felsefelerin güçlü bir sentezini sezmemek olanaksızdır. Bunda, kuşkusuz doğduğu ve yaşadığı toprakların, uygarlığın beşiği ve üç büyük dinin yeşerip yaygınlaştığı yerler oluşunun etkisi büyüktür.

Yaşadığı dönemde ve günümüzde, felsefesi ve siyasi görüşleriyle derin izler bırakan Halil Cibran, kuşkusuz çağımızın yetiştirdiği en önemli düşünür ve şairlerden biridir.